Baba Bush  öldü



Asıl adı:  George H. W. Bush
 ancak biz onu  "Baba Buş"  olarak biliriz.
Bush'lar,  üç kuşak ABD aktif siyaseti içerisinde önemli pozisyonlarda olan bir aile zaten.  Yanda bir resmini gördüğünüz kendisi ABD'nin 41. başkanı idi
 (1989-1993);  sakarlıklarıyla gazete haberlerine ve dönemin karikatürlerine epey konu olmuş  oğlu  George W. Bush ise  ABD  43. başkanı.  (2001-2009)
Birinin zamanında Körfez Savaşı / Gulf War  (1990-1991),  diğerinde  Irak Savaşı (2003-2011)  çıktı.  Oğul Bush, donanma harekete geçerken yaptığı canlı konuşmasında "Bu bizim için ikinci Haçlı Seferi'dir" gibi açıklamalar yapmış, sonra danışmanlarının uyarılarıyla yanlış anlaşıldığını söyleyip özür dilemişti. Kabinesindeki meşhur Dış İşleri Bakanı  Condelezza Rice  hakkında daha önce bir blog yazısı yazmıştım hatırlarsanız.  (Hatta ilk yazılarımdan biridir.)

Bunlar  baba-oğul  "Orta Doğu / Middle East"  de denen  Yakın Doğu'nun  canına ot tıkadılar özetle.  "War on terror! / Teröre karşı savaş!"  diye bu diyara ordularıyla ve ordu dışı güçleriyle geldiler, mevcut terör gölünü genişlettikçe genişleterek yollarına devam ettiler. Terörsüz alanları da terörize etmekten geri durmayarak  Irak-Suriye, hatta Libya'dan itibaren kuzey Afrika'yı ve Afrika'nın diğer bazı alanlarını taa Afganistan çevresine kadar bir "kısmi terör dünyası"na çevirdiler.  Onların çıkarları için çalışan terör örgütleri "özgürlük savaşçısı" oldu,  "kahraman" oldu,  kendilerinin yadsınamaz destekleriyle bu derece güçlenmiş  "IŞİD ile savaşıyor"  oldu...
Şimdilerde  "İsrail'in yararınaysa her şey legaldir ve gerisi teferruattır"  düsturunu benimsemiş olanlarla el ele çalışmalarına devam ediyorlar. Tabii ki güçlü orduları olan büyük devletler her zaman güç, yağma, prestij, çıkarlar için talanlar yapmışlardır;  ancak bunlar kadar maddi-manevi kavramların,  dini ve din dışı unsurların ırzına geçen olmamıştı. Roma ve Haçlı ruhunu yaşattıkları görüşü de hatırlatılabilir tabii ama çoktan onların ötesine geçtiler.  Ne "demokrasi" bıraktılar, ne herhangi bir "-izm", ne "barış ve güvenlik", ne insan hakları, ne "teröre lanet okuma"... Aslında bu delirmişlik halleriyle bütün yalanları bir bir çökerttiler. Tam bir yıkım çağı başlattılar.



Bir yorumcu geçtiğimiz günlerde
 (30 Kasım 2018'de)  ölen Baba Bush için  "Ortadoğu'yu cehenneme çevirmiş adamdır. Trump çırak kalır bunun yanında"  diyor.
Maalesef ardından gönülden  R.I.P.  (rest in peace)  diyenler var.  Bunlar Baba-Oğul cehennemin kapılarını Babil'den araladılar,  ama demek ki davulun sesi uzaktan hoş geliyor.  İnsanlığın daha alacağı çok dersler var demek ki!  :(


Daha önce bir yazımda Amerikan toplumundaki militarizm damarına kısaca değinmiştim. Benim az da olsa tanıdığım Amerikalıların önemli bir bölümünde ciddi bir militarist damar var. Ordularını sürekli kutsuyorlar,  demiştim.  
Bakınız:  (Gündem  Ekim 2012-4)
Amerikan ailelerinden  oğulları orduda olanların,  "Irak topraklarına demokrasi ve barış götüreceğiz"  yalanına gönülden inanıp bol manevi değerli militarist soslu paylaşım yaptıkları Irak Savaşı günlerini hatırlıyorum.  Amerikan toplumunu çok severim ve okyanus ötesinde olmalarına rağmen, bazı Avrupa toplumlarından çok daha yakın görürüm bize.  Ama bu çağda bu pozisyonu kesinlikle hak etmiyorlar. Ne yaparsınız ki insanın insana hakimiyeti bu boktan çivisi çıkmış dünyayı hediye ediyor insan ailesine.


Kaldığımız yerden özet geçmeye devam edelim:
Bushların ekonomiyi devirmelerinin ve bir dolu saçmalığın ardından bayrağı  Obama  devraldı.
 (2009-2017)  Müslüman ülkelerde bir zencinin ABD liderliği baştan büyük sevinç yaratmıştı ki  "Ilımlı İslam", "Arap baharı" filan derken coğrafyayı komple ateşe verdiler.  Şimdilerde de bazı terör örgütlerini silah-mühimmat-para-eğitim-itibar-... vesaire açısından istikrarlı şekilde destekleyip halen  -bir şekilde-  beyaz ve pirüpak kalabiliyorlar.



Bu kadar yazdıktan sonra biraz da ek bilgi vereyim  (miscellaneous)  ve siyaset dışı eğlenceli şeylerden bahsedeyim:
Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa;  Baba Bush, eşiyle en az 1 kez Türkiye'ye resmi ziyarette bulunmuştu. O zamanlar Özallı yıllardayız, yani Başbakan-CB  Turgut Özal.
Semra hanım ve Papatyalar grubunun kıyafetleri, şaşalı ve şişme hayatları, sosyete partileri medyanın ana ilgisinde... Aile ile ilgili fotolardan sanki eşsiz bir yalakalık akıyor.
İşte o resmi ziyaretlerin birinde, bizim başkanın hanımının kıyafetleri parlak, saçları ve yüzü boyalı mı boyalı... "Ne giyecek ne giyecek  first lady'miz?"  en baba gündem mevzumuz... (Bu arada Özal'ın Bush'lardan "aile dostumuz" gibi bahsettiğini de not düşeyim.)  ABD Başkanı'nın uçağı yere indiğinde yapılan karşılamada,   Baba Bush'un  eşi  Barbara  Bush
beyaz saçları ve siyah üzeri beyaz puanlı uzun elbisesi;  yılışıkla yalakalıkla uzaktan yakından alakası olmayan duruşu ile bana gerçekten çok güzel gözükmüştü o gün.
Eleştirdik ama hakkını da vermek isterim;  olumlu yönlerinden pek dile getirilmeyen biri de,  adamların devletinde üst siyasette bizdeki gibi bu kadar sonradan görmelik sıradanlaşmaz.  Bizde hala birileri  liderin veya eşinin kıyafeti, sarayı, dik duruşu ile övüne dursun;  adamlar orduları, planları, kültürleri ile yıka yıka ilerliyorlar. Sen (yüzyıllardır olduğu gibi) kıyafeti, kaftanı, duruşu, saçı-sakalı, örtüyü ve örtüsüzlüğü, kibirli-hamasi boş lafları övmeye devam et halkım.
Yani kıssadan hisse:  Rahatsın,  rahatta kal.

 İbretlik Hayatlar  ve  Klişeler


("İnsanlık çok ileri gitti"  ve  "Hep Batıcılık yüzünden geri kaldık")

Edebiyat Soru ve Çözüm (Karagöz Oyunu Tiplemeleri)

Edebiyat Soru ve Çözüm (Karagöz Oyunu Tiplemeleri)

Karagöz: Okumamış halk adamı tipidir. Hacivat’ın kullandığı yabancı kelimeleri ya hiç anlamaz ya da yanlış anlar.Bu yanlış anlamalar,oyunda gülünç durumların oluşmasını sağlar.

Himmet: Sırtında baltası olan kaba saba bir tiptir.

Beberuhi: Biraz öğrenim görmüş, gösteriş meraklısı, kendini beğenmiş yarı aydın tipidir.

Acem: Zengin tüccardır.

Çelebi: Türkçeyi İstanbul ağzıyla kusursuz bir şekilde konuşur. Bazı oyunlarda zengin bir bey, bazı oyunlarda bir mirasyedi bazen de çapkın tipi oynar.


Karagöz oyununda yer alan yukarıdaki tiplemelerden hangisinde bilgi yanlışı vardır.



A)Beberuhi
B)Acem
C)Himmet
D)Çelebi
E)Karagöz








CEVAP:A şıkkı Beberuhi'dir.A şıkkında bilgi yanlışı vardır çünkü biraz öğrenim görmüş, gösteriş meraklısı, kendini beğenmiş yarı aydın tip Beberuhi değil,Hacivat'tır.Beberuhi;“Yaşı büyük aklı küçük” deyimiyle nitelendirilebilecek bir tiptir.

Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Edebi Kişiliği ve Eserleri

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR:


Realist-natüralist bir yazardır. 
Toplum için sanat görüşündedir. 


Hemen her şey onun eserlerine konu olmuştur. 
Mizaha, günlük konuşmalara çok sık başvurmuştur. 
Ona göre roman sokağın aynasıdır.  
Eserleri İstanbul merkezlidir.Anadolu yoktur. 


Eserlerinden Bazıları Şöyledir:


ROMAN:

  • Şık 
  • İffet  
  • Mutallâka 
  • Mürebbiye  
  • Bir Muadele-i Sevda  
  • Metres  
  • Tesadüf   
  • Şıpsevdi  
  • Nimetşinas  
  • Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç  
  • Gulyabani 
  • Ben Deli miyim?
  • Hakka Sığındık



ÖYKÜ:

  • Kadınlar Vaizi  
  • Namusla Açlık Meselesi  
  • Katil Bûse  
  • İki Hödüğün Seyahati  
  • Tünelden İlk Çıkış  
  • Gönül Ticareti 
  • Melek Sanmıştım Şeytanı 
  • Eti Senin Kemiği Benim 

OYUN:

  • Hazan Bülbülü  
  • Kadın Erkekleşince  
  • Tokuşan Kafalar  
  • Gülbahar Hanım 
  • İki Damla Yaş

Yalnız ağacın öyküsü


Gri bir sabahta yok edildi arkadaşlarım. Ve küstü orman, çekilip gitti uzaklara. Böylesine yalnız kalmamın ve sonra başıma gelenlerin tuhaf bir hikayesi var. Yüz yıllık dallarımın, yanık bedenimin, sallanan çaputlarımın öyküsünü anlatacağım şimdi.

 Ve bunun benim öyküm olduğu kadar bu uzak kasabadaki insanların öyküsü olduğunu da göreceksiniz.

İnsanların toprak hırsı öylesine korkutucuydu ki. Onlarcası tarla açmak niyetiyle alanımıza geldi bir sabah.


Ve arkadaşlarım yitip gitti yanı başımda. Ormanın tatlı uğultusu, yaprakların hışırtısı sönüyordu günden güne. Kesiyorlar, sürüklüyorlar, onulmaz boşluklar açıyorlardı hayatımızda. Ben büyükçe bir ağaçtım. Buna sevindiğim de oluyordu bazen. İşte bu yüzden beni sona bırakmış olmalılardı.

Kocaman bir boşlukta yalnız kalmıştım bir anda. Gölgemde yemek yiyor, dinleniyorlardı. Beni ne zaman yok edecekler diye beklerken büyük bir kavgaya girişmişlerdi aralarında. Ve sonunda iki büyük tarlanın sınır çizgisinde kalmama karar verdiler. Yalnızlık dolu, sert rüzgarlara tek başıma göğüs gerdiğim günler de böylece başlamış oldu. 

Peki bu çaputlar ne dallarında, bedenindeki  bu yanıklar da nedir böyle, diye soracaksınız şimdi. Anlatacağım.

Yalnız bir ağaç olmuştum işte. Yolcuların geçerken dinlendiği, çiftçilerin gölgemde yemek yediği, sınır belirleyen yalnız bir çam.

Gece karanlığında beni gizlice yok etmeye çalışan kişiden şans eseri kurtulmuştum. Kocaman bir baltayla birkaç darbe yemiştim ki vahşi bir hayvanın korkutucu çığlığı yankılanmıştı karanlıkta. Adam korkusundan sıvışıp gitmişti.

Ertesi gün tarla sahipleri bedenimdeki kesikleri görünce bir namus meselesi saydılar konuyu. Bir kaç gece nöbet tuttular yanı başımda. İnsanlar mücadeleyi sevmiyor. Bu yüzden uzun sürmedi nöbet. Kocaman dallı, yorgun gövdeli, yalnız bir ağaç olarak devam edecektim hayatıma.

İnsanlar buraya yalnız ağaç bölgesi diyor, adımdan sıkça söz ediyordu artık. Ama o gece hayatımın dönüm noktası olmuştu.

Gecenin bir vakti elinde benzin bidonuyla delinin biri geldi yanı başıma. Bidonu üzerime hızlıca boşaltıp, çaktı kibriti. Rüyasında benim uğursuz olduğumu söylemiş biri. Konuşmalarından, bana sataşmasından böyle anlıyordum çünkü.

Ne oldu dersiniz? Acılar içinde artık bu kabustan kurtulmayı umarken kalın gövdemdeki alevlerin yüksek dallarıma ulaşması zaman alıyordu. Fakat bir anda yağmur yağmaya başladı. Öylesine şiddetle düşüyordu ki damlalar, adamın onca çabası fayda etmedi beni yok etmeye.

 Yanık gövdem beni taşıyamayacak, dallarıma derman gitmeyecek sanırken öyle olmadı. Bu yalnız, çileli hayatım kaderimin isteğine uymuştu.

Fakat yangın olayı insanların gözünde başka bir yere taşımıştı beni. Yanmayan, yalnız bir ağaç olmuştum artık. Beni daha çok konuşmaya başlamışlardı aralarında.

Bir seher vakti gözleri yaşlı bir kadın yaklaştı. Renkli tülbendini bir tören havasında çıkarıp ikiye böldü eliyle. Boynuna doladı bir parçasını. Sonra taş üstüne taş yasladı gövdeme. Tülbendin yarısını dallarıma düğümleyip gitti. Ne diledi, ne istedi benden bilmem. Ama ağaçtan öte bir şeydim artık. Çaputlar dolup taşmaya başladı böylece.

Artık kimse kötü gözle bakamıyor bile. Bunun kendi sonları olacağını da düşünüyorlar demek ki. 

Yanık gövdem, dert simgesi sallanan çaputlarımla kaderimin çizdiği yolu bekliyorum artık. İşte hikayem bu… Ama durun, size başıma gelen en ilginç şeyi anlatarak bitireceğim.

Rüya mıydı, gerçek miydi halen emin değilim. Ağaçlar rüya görür mü diye sormayın ama. Bu çaputlarla size yardım edeceğime inanıyorsunuz da rüya gördüğüme neden inanmıyorsunuz?

Bir gece beni almaya geldi orman. Yaşlı ağaçlar yaprakları ile yanık gövdeme dokunuyor, gözyaşı döküyordu yanı başımda. Üzülme artık, alacağız seni, yanı başımızda köklerin yerleşecek açtığımız boşluğa, dediler. Bir an için çok mutlu olmuş, gözyaşı dökmeye başlamıştım. 

Ama garip bir şey oldu o an. Dert simgesi çaputlar dalgalanmaya başladı bir anda. Uğultu tek bir sese dönüştü sonra da. Öyle tuhaf bir andı ki, sarsılmaya başladım ve birden kendime geldim. Son cümlem şu olmuştu arkadaşlara: Hayır, ben gelemem sizinle, günahlarının da umutlarının da simgesiyim artık, bensiz yaşayamaz onlar…

Saat

Ortaokulla tamirci arasındaki yolda dolanıp duruyorum. Tek katlı, mavi kapılı  dükkanların sıralandığı kasabanın ana caddesinden bilmem kaçıncı geçişim. Babama ya da tanıdık birine rastlamaktan ödüm kopuyor. Neden ben? Neden bana verdi o aptal saati? Okuldan çıktığımda pantolonumun cebine koymuş, tamirciye gittiğimde yerinde olmadığını fark etmiştim şaşkınlıkla. Ondan sonrası kabus. 


Bir ara kaldırıma oturup yüzümü ellerimin arasına aldığım sırada bir gölge düşüyor önüme. Başımı çeviremeden omzuma dokunuyor Ümit; mahalleden arkadaşım.
“Ne yapıyorsun oğlum burada? Hem bu surat ne; rengin kaçmış”, diyor.
“Sorma ya, başıma acayip bir iş geldi.”
“Ne oldu lan, okulda niye değilsin?”
“Bizim felsefecinin saatini kaybettim.”
“Hangisinin?”
“Ev ekonomisi dersine giren.”
“Lan, o delinin saatinin ne işi var sende?”
“Şans işte. Hem bana diyorsun da ders saatinde senin işin ne caddede?”
“Ders boş, canım sıkıldı, geziyordum öyle.”
“Baban kızmaz mı?”
“Kasabada değil ki bugün. Oğlum, onu boş ver de, sen şu saat işini anlat, çatlatma adamı.”
“Bildiğin felsefeci işte. Adam öğleden sonra yine sıra dayağına başlamıştı.”
“Eee.”
“Kimseden çıt çıkmıyordu. Nefes alış verişini duyuyorduk birbirimizin. Duvar tarafı bittiğinde cam tarafına dönüp, “Bugünlük size bir şey yok. Dayak yemiş kadar oldunuz”, dedi. Tam o sırada arkada oturan Turan gülmüş sözde.”
“Gülmüş mü gerçekten?”
“Yok lan, o çocuğun duruşu öyle. Neyse, hoca çağırdı bunu. Tahta çöp kutusunun üzerine çıkardı; boyu kısa ya. Destekli girişti işte.”
“Vay şerefsiz.”
“O sırada saati bileğinden fırlayıp, beton zeminde gezindi, sonra da arka tarafta, panonun olduğu yerde durdu. Herkes şaşkın gözlerle saati izliyordu. Gitti baktı bu. Camı çatlamış. Ön tarafa geldi. Bana uzatıp,  “Tamirciye götür bunu”, dedi. Bende cebime koyup çıktım. Tamirciye geldiğimde yerinde değildi.” 
“Oğlum geçmiş olsun ya. Ne olacak şimdi?”
“Ne bileyim lan, bir de sen korkutma adamı.”
“Yok ya yanlış anlama, yardım ederim sana.”
“Nesine yardım edeceksin ki?”
“Haberi var mı?”
“Bir kaç defa dolanıp durdum caddede. Bulamayınca da her şeyi göze alıp söylemeye karar verdim. Cebimde ufak bir delik varmış, düşmüş demek ki.”
“Eee.”
“Okula gittiğimde teneffüs arasıydı. Turan’a tadelle almış bu, hem de başında bekliyor. “Yemezsen üzülürüm”, diye ısrar ediyor. İyice yanaşıp, kızara bozara söyledim. Bir şey demedi önce. Uzun süre yüzüme bakıp, “Bulmadan gelme”, dedi.” 
“Oğlum kalk şu kaldırımdan artık. Gittiğin yoldan bir kez daha yürüyelim.” 
 O lanet saatin izinde, parke taşı döşeli ana caddeden sağa sola bakınarak yürüyoruz yine. Baharla birlikte yapraklanan ağaçlar dükkanların önüne sarkmış. Kapı önlerine konan sandalyelere yayılmış herkes. Babamın dükkanının arka sokakta olmasına seviniyorum. Ders saatinde dolaştığımı görse ne der kim bilir? 
Kasabada her şey normal görünüyor. Kahve önlerinde bastonlarına dayanmış, namaz saatini bekliyor ihtiyarlar. Ziraat Bankasının önündeki köylüler yüksek sesle bir şeyler tartışıyor. Ali abinin taksi yaptığı Reno ise ortalıkta görünmüyor. Ümit ile karar veriyoruz; paramız olunca Ali abiden şehre götürmesini isteyeceğiz bizi.
O sırada belediye çeşmesinin yakınlarında parlayan bir cisim ilişiyor gözüme. Heyecanla koşup, yanına gittiğimde kırık bir cam parçası olduğunu fark ediyorum. 
Gözlerimiz yerlerde dalgın dalgın yürümeye devam ediyoruz. Ara sıra ne yaptığımızı soran tanıdıklara uydurma şeyler söylüyoruz. Yalnız bir ara düşünemeden birine, “Abi Ümit’in parası düşmüş onu arıyoruz”, diyorum. “Lan o çulsuzda para ne gezer”, deyip şüpheli gözlerle süzüyor bizi.
Bir iki bakkalı, tekel bayisini, emniyet binasını, camiyi geride bıraktıktan sonra tamircinin önüne geliyoruz. İçeri girip, kalın çerçeveli gözlük takan, saçları erken beyazlamış tamirciye, “Abi burada düşmüş olamaz değil mi?” diye soruyorum yeniden, sanki mucize olacakmış da evet diyecekmiş gibi. Adam tam da anlaşılamayan veya anlamak istemediğim bir şeyler söyleyip kovuyor bizi. 
Dışarı çıktığımızda korkudan mı, umutsuzluktan mı, yoksa saatlerce yürüyor olmaktan mı bilmiyorum ama kendimi bitkin hissediyorum. Ümit elini omzuma koyuyor.
“Babana söyleyelim, böyle olmaz.”
“Söyleyemem.”
“Niye lan?”
“Beceriksiz olduğumu düşünüyor.”
“Lan dayak yemekten daha mı kötü?”
“Belki de kötüdür.”
“Oğlum başka çare yok. Gidip hocayla konuşur.”
“Ya o deliyle ne konuşacak, hem babam böyle şeylerden hoşlanmaz. Bir de adam mimliymiş zaten, sürülmüş buraya.”
“Amma da sürgün varmış be, şu edebiyatçıyla matematikçi de sürgünmüş diyorlar.”
“Babamın dediğine göre onlar siyasiymiş, felsefeci gibi değil.”
“Lan sana asıl dedikoduyu söylemedim. Bizim deli, Gülten’e tutkunmuş meğer.”
“Bando takımındaki Gülten mi?”
“Aynen.”
“Hadi be.”
“Ne oldu lan, moralin mi bozuldu.”
“Yok ya ne bozulacak, hem ona yüz vermez Gülten.”
“Ya ne fark eder, kasabada herkes hoşlanıyor Gülten’den. Neyse canım, onu bunu boşver de söyleyelim babana artık.”
“Olmaz.”
“O zaman hoca her gün döver seni.”
“Yok lan bir gün döverse ertesi gün çikolata alıyor.”
“Hasta mısın nesin?”
Okula doğru umutsuzca yürüdüğümüz sırada bando sesleri duyuyoruz şaşkınlıkla. Ümit ile birbirimize bakıyoruz. Bir an Gülten geliyor aklımıza. Beyaz etekli, kırmızı ceketli bando kıyafeti içinde ne kadar tatlı olabileceği geçiyor aklımdan. Keşke üç yaş büyük olmasaydı bizden. Ümit omzuma vuruyor.
“Hadi lan gidelim, kurtuluş törenleri için prova yapıyorlar herhalde.”
“Millet toplanmıştır ama, hocalar da orada olabilir.”
“Bahçe duvarından gizlice bakarız senin deli orada mı diye.”
“Oğlum ne yapacağım bu saat işini?”
“Bir şey düşünüyorum.”
“Bir şey mi?”
“Dayağa talimliyim ben.”
“Ne diyorsun, anlamadım?”
“Ya bak, saati ben buldum ve paraya ihtiyacım olduğu için sattım diyeceğim. Ne çulsuz olduğumu biliyor herkes.”
“Delilik.”
“Hep o yapacak değil ya.”
“Böyle bir şeye razı olmam.”
“Ya hele şu bandoyu, yani Gülten’i izleyelim biraz, bakarız bir çaresine. Zaten bulamadık işte. Ne yapabiliriz ki.”
“Lan Ümit, beni böyle sevdiğini bilmezdim.”
“Oğlum sende kimseye kıyamadığın futbol topunu bana vermiyor musun?”
“Bir şey soracaktım. Dayağa talimliyim dedin ya. Çok mu dövüyor baban?”
“Babam, annem fark etmiyor.”
“Ne yapıyorsun da?”
“Bir şey yaptığımdan değil, el alışkanlığı onların ki. Siz de nasıl durum?”
“Babam dayakçı değil, ama sözleri dayaktan beterdir bazen.”
Orta okul ve lise binalarının camlarına akşam güneşi vuruyor. Bahçe duvarının arkasına saklanıp, provayı seyrediyoruz gizlice. Ümit’in dediğine göre felsefeci ortalıkta görünmüyormuş. Yine de korkumdan yarım yamalak seyrediyorum gösteriyi. Öğrenciler, bazı öğretmenler, kasabadan birileri toplanmış. Trampeti çaldıkça Gülten’in kumral saçları yüzüne dökülüyor. Biçimli ağzı, gamzeleri yakıcı. Şu saat işi bir de felsefeci olmasa her şey ne kadar da güzel olacaktı.
            O sırada Ümit, kasabanın delisi Ahmet’i işaret ediyor. Bol gelen bir ceket var üzerinde. Pantolon kemerini kazağının üzerinden bağlamış. Bando müziği ve alkışlar eşliğinde tören yürüyüşü yapıyor, dans ediyor, gülüşmeler arasında. 
“Lan koluna bak”, diyor Ümit.
“Ne var ki kolunda?”
“Kırık camlı bir saat var, o bulmuş olmasın?”
Ahmet’i bir köşeye çekip saati kontrol etmeyi planlarken, üst sınıflardan birinin bahçe duvarının üzerinden bize doğru geldiğini fark ediyoruz.
“Ne saklanıyorsunuz lan, orta okul bebeleri?”
“Yok abi oturuyorduk öyle.”
“Sigara mı içiyorsunuz yoksa?”
“Yok abi.”
“Bugün olanları duydunuz mu?”
“Ne oldu ki?”
“Deli felsefeciyi sürmüşler.”
“Sürmüşler mi?”
“Gülten’e mektup yazmış meğer. Mektup da hocaların eline geçmiş birkaç gün önce. Ne zamandır çare arıyormuş adamlar. Dayakçılığına bir şey yapmalarını beklemiyorlarmış ama mektup işine hassastır diye müdüre gitmişler. İş kaymakama yansımış. Anlayacağınız bugün sürmüşler herifi.”
Ümit ile birbirimize bakıyoruz. Karışık figürlerle ortalığı kasıp kavuran deli Ahmet’e doğru koşup oynamaya başlıyoruz.